Özgürlük Meydanı'nın Delisi Yazarı Hassan Blasim'i Pan Yayıncılık'ta misafir ettik.

Özgürlük Meydanı'nın Delisi kitabının yazarı Hassan Blasim'i 6 Eylül 2022 tarihinde Pan Yayıncılık'ta ağırladık. Blasim Ebru Elbaşıoğlu'nun sorularını yanıtladı.

"... Ben bir hikâye anlatıcısıyım. Öykü veya film; bunlar benim için sadece birer form, hikâye anlatmanın farklı yolları. Tabii günümüzde insanlar görsellikten çok daha fazla etkileniyor. Çünkü insan gözü de görseller de müthiş gelişti. Ben yine de edebiyatın hiçbir zaman ölmeyeceğini düşünenlerdenim. Şekil değiştirebilir ama edebiyat hep var olacak."

Hoş geldiniz Türkiyede sizi Özgürlük Meydanı’nın Delisi kitabının yazarı olarak tanıyoruz. Bununla birlikte, öykülerinizde yönetmen Hassan Blasim ve şair Hassan Blasimin izlerini çok açık görebiliyoruz. Siz kendinizi nasıl tanımlarsınız? Yazar mı, film yönetmeni mi yoksa şair mi?

Henüz lisedeyken, benden yaşça büyük ve şiirle ilgilenen bir arkadaşıma, yazar olmak için üniversitede ne okumam gerektiğini sordum. Arap Dili ve Edebiyatı, İngiliz Dili ve Edebiyatı veya Fransız Dili ve Edebiyatı gibi cevaplar verdi. Ben de bunları zaten okuduğumu, üniversitede ayrıca eğitimini almamın bir anlamı olmadığı söyledim. “O zaman sinema okuyabilirsin,” dedi. “Böylece sanatla tanışmış olursun, çok da faydasını görürsün.” Hayatım boyunca aldığım en iyi tavsiyeydi. Benim yazdıklarımda görsellik hep ön plandadır. Sinemanın yazarlığım üstünde müthiş etkisi oldu. Edebiyat eleştirilerinde beni bazen Kafka, Borges gibi yazarlarla karşılaştırırlar, büyük bir onur bu, fakat yazdıklarım üstünde Lars von Trier, Tarkovski gibi yönetmenlerin etkisi daha fazla. Diğer yandan şu anda film yönetmenliği yapmıyorum. Zaman zaman tiyatro için kısa oyunlar yazıyorum sadece. Kendimi daha çok yazar olarak tanımlıyorum.

Sizce sanatınızı en çok etkileyen nedir? Öykülerinizin hayatınızın hangi kısmının etkisi altında olduğunu düşünüyorsunuz?

Yeni kitabım God 99’un başında bahsettiğim gibi, yazar olmaya karar verdiğimde on beş yaşındaydım ve bu konuda fikrim hiç değişmedi. Sanat ve yazarlık, hayatımda hep büyük en büyük yeri kapladı. Yazar olmaya karar verdiğimde, okuduğum kitaplarda, deneyimin yazarlıktaki öneminden bahsedildiğini gördüm. “Allah’ım bana yazabilmem için deneyim ver,” dediğimi hatırlıyorum. Tabii ilerleyen yıllarda göç yollarında deneyim tsunamisi altında kalınca, “Allah’ım bunu demek istememiştim. Ben az, çok az deneyim istemiştim,” dedim. Bu bakımdan, yazdıklarımı en çok etkileyenin göç süreci olduğunu söylemeliyim. 

Göç sürecinizden kısaca bahsedebilir misiniz?

Ben Bağdat’ta doğdum. Babam asker olduğu için İran-Irak Savaşı sırasında Kerkük’e taşındık. Beş yaşından liseye kadar Kerkük’te büyüdüm. Sonra Bağdat’a döndük. Bağdat’ta sinema okuduğum dönemde, Saddam rejimiyle sorun yaşadım ve ülkeden ayrılmak zorunda kaldım. Dört kişi hakkında yaptığım basit bir yorum yüzünden sürekli karakola çağrılıyordum. Sadece öğrenciydim, politika yapmak istemiyordum, tek istediğim sanat yapmaktı. Film çekmek için bir grup oluşturmuştuk, fakat rejim kimsenin bir araya gelmesini istemiyordu. Ben de Birleşmiş Milletler koruması altındaki Süleymaniye’ye kaçtım. İsmimi Quazad Osman olarak değiştirdim çünkü ailem hâlâ Bağdat’taydı ve yönetimle sorun yaşayabilirlerdi. Orada sinema, kamera dersleri vermeye başladım. Yine de hayat şartları zordu, düzenli maaşım yoktu. Saddam polislerinin gelip beni bulmasından korkuyordum. Sonunda borç para aldım ve beni yurtdışına kaçıracak birini ayarladım. İki hafta boyunca dağlardan yürüyerek önce İran’a, ardından iki hafta daha yürüyüp Van’a geçtik. Sadece geceleri yürüyebiliyor, gündüzleri dinleniyorduk. Van’dan da İstanbul’a geldim. Tüm kaçaklar gibi çok düşük ücretlere fabrikalarda, restoranlarda, barlarda çalıştım. Bir yılın sonunda para biriktirince, Türkiye-Bulgaristan sınırını gece yürüyerek geçmeye çalıştım. Tabii beni yakaladılar. Sınırlarda yaşananlar tam bir trajedi. Sadece burası için değil, Avrupa’daki tüm sınırlar için söylüyorum. Türkiye-Bulgaristan sınırını dört kez geçmeye çalıştım, ancak dördüncüde başarabildim. Her yakalandığınızda sıfırdan başlıyorsunuz. Ne paranız, ne kalacak yeriniz, ne işiniz oluyor. Dördüncü seferde başarıp Bulgaristan’a geçtim ve bir yıl Sofya’da restoranda köle gibi çalıştım. Bu sırada bir iş kazası geçirdim ve el parmaklarım kesildi. Başka ülkede olsa epey tazminat alabilirdim ama patron başına iş açılacağı korkusuyla beni hemen işten çıkardı. Polise yakalanmaktan korktuğum için sadece ilk yardım müdahalesi yapıldı. Sofya’da Iraklı bir eczacı vardı, çok iyi bir adam. Hâlimi görünce üzülüp bana bundan sonra ne yapacağımı sordu. Avrupa’ya geçmek istediğimi söyledim. Çıkarıp para verdi ve hemen gitmemi söyledi. Bu sayede tırla Sırbistan ve Macaristan’a geçtim. Orada bana seyahat için doküman verdiler ve Almanya’ya geçtim. Finlandiya’ya kadar olan göç yolculuğum yaklaşık dört yıl sürdü.

Sofyadan yaptığınız tır yolculuğu bana Berlin Kamyonu öykünüzü hatırlattı… 

İnsanlar bunları ilk yazdığımda hayal ürünü zannediyor ve gerçekten oldu mu diye soruyordu. Suriyelilerin göç dalgasıyla mülteci sorunu bilinmeye ve hakkında konuşulmaya başladı. Şimdi çok yerde kameralar var. Daha önce böyle değildi. Özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde, gece ormanda küçük gruplar hâlinde yürürken, askerler gelip sizi yakalıyordu. Düşünsenize ne kamera var ne de yasa.

“Özgürlük Meydanı’nın Delisi öykülerini yazmaya nasıl başladınız? Farklı zamanlarda tek tek yazıp aynı dosyada mıtopladınız, yoksa hâlihazırda aklınızda oluşmuş bir proje doğrultusunda mı ilerlediniz?

Hayır, farklı zamanlarda, çoğunu göç yolunda yazdım. Mesela Sofya’da restoranda çalışırken, arkadaşım “Hasan sen delisin,” derdi. Çünkü o iş yoğunluğu içinde aklıma gelen hikâyeyi peçeteye yazardım. Fakat bu benim için yazma ihtiyacından öte bir şeydi. Ben büyük resmi görmek ve göstermek istiyordum. Yani yolda olmasam da yazardım. Evet, yazarlar daha çok bildikleri şeyler hakkında yazarlar. Bazen bana, “Göçmen hikâyeleri yazıyorsun,” değil mi diye soruyorlar. “Evet, sevinmelisiniz, siz de bir göçmensiniz,” diyorum. Hayattaki her şey diğerleriyle bağlantılıdır. Sürgün hakkında yazıyorsan, esasen Adem ve Havva’nın cennetten sürülmesiyle ve tüm insanlığın sürgün olmasıyla ilişkilidir konu. 

Öykülerinizi sadece iki kelimeyle tanımlamam gerekse sarsıcı ve travmatik derdim. Peki siz yazarken nasıl hissediyorsunuz? Şiddet hakkında yazmak sizin için de sarsıcı mı yoksa iyileştirici bir yanı var mı?

Finlandiya’ya ilk geldiğimde çok öfkeliydim. Çünkü onca mücadele ve zorluktan sonra, Finlandiya’daki hayat çok sessiz sakin gelmişti. Hayata ve dünyadaki adaletsizliğe öfke duyuyordum. Irak bir travma toplumudur, orada şiddet ve mücadele hiç bitmez. İnsanların davranışlarında, konuşmalarında travmalarının etkisini hissedersiniz. Barış ve huzur yok gibidir. Bu yüzden yazdıklarımda şiddet hep görülür. Yazar kendi trajedisinden kaçmaz. Ancak benim meselem sadece Irak’taki şiddet değil. Mağara devrinden bugüne dek, şiddet her zaman her yerde oldu. Bu yüzden şiddet konu olarak ilgimi çekiyor. Aslında savaştan bahsettiğinizde barıştan bahsedersiniz, barıştan bahsettiğinizde savaştan. Edebiyatın büyüklüğü işte burada. Diğer yandan, ben öykülerimi kara mizah olarak tanımlıyorum. Çünkü her türlü şiddete ve olumsuzluğa rağmen kara mizahta umut hep var. Hayat gibi. Belki de yazarken umudu arıyorum.

Öykülerinizde yarattığınız illüzyon büyüleyici. (Önce okur olarak başlıyoruz, aniden bir mültecinin hikâyesine kulak misafiri oluyor, bazen kendimizi mülteci ya da çekim yapan kameraman gibi hissediyor, bir şaire, bestecinin oğluna dönüşüyor veya askerî bir gazeteye gönderilen asker mektuplarını yakan bir yazar olduğumuzu düşünüyoruz.) Bu yanılsamayı yaratırken meta kurmacadan faydalandığınızı görüyorum. Öyküleriniz zeminin kaymasına, okurda bir çeşit baş dönmesine ve sorgulamaya sebep oluyor: Ben bu öyküde nerede duruyorum? veya daha acı bir şekilde Ben bu vahşi gezegende nerede duruyorum? Bu etkiyi yaratırken kullandığınız meta kurmaca, öykülerinizi önceden kurgulamanızı, yapılandırmanızı gerektiriyor mu? Yoksa yazmaya başlıyorsunuz ve her şey yazdıkça mı gelişiyor? 

Yazmaya başlarken aklımda genel bir resim oluyor. Tabii her ayrıntıyı bilmiyorum, bazen öykünün sonu da belli olmuyor ama genel bir resim, şablon oluşmadan yazmaya başlamıyorum. Bazıları belli bir fikir, metafor yakalayıp yazmaya başlıyor. Bence o daha zor. Ben oturup yazmaya başladığımda öykü büyük ölçüde kurgulanmış, zihnimde oluşmuş oluyor.

Sizce hangisi daha etkili? Öykü yazmak mı, film yapmak mı? Kelimeler mi sahneler mi?

Ben bir hikâye anlatıcısıyım. Öykü veya film; bunlar benim için sadece birer form, hikâye anlatmanın farklı yolları. Tabii günümüzde insanlar görsellikten çok daha fazla etkileniyor. Çünkü insan gözü de görseller de müthiş gelişti. Ben yine de edebiyatın hiçbir zaman ölmeyeceğini düşünenlerdenim. Şekil değiştirebilir ama edebiyat hep var olacak.

Özgürlük Meydanı’nın Delisi kitabında en sevdiğiniz öykünüz hangisi?

“Kayıtlar ve Gerçek”. Gerçekten de her insanın iki hikâyesi olduğunu düşünüyorum. Kayıtlara geçen hikâyeler ve gerçek hikâyesi.

Ben mesela Berlin Kamyonu ve Alinin Çantası” öykülerinizi çok beğeniyorum

Evet. Ali, Macaristan’da tanıştığım İranlı bir çocuktu. Anlatılan elbette birebir onun hikâyesi değil, ama ondan esinlenmiştim.

Carlos Fuentesin Kâbusları” öyküsü İngilterede tiyatro oyunu olarak sahnelendi. Doğrusu ben tüm hikâyelerinizin tiyatroya veya sinemaya uyarlanabileceğini düşünüyorum. Böyle bir düşünceniz var mı? Eğer bir öykünüzü filme çekecek olsaydınız, hangisini seçerdiniz?

Hepsini. “Özgürlük Meydanı’nın Delisi”, “The Iraqi Christ”, “The Corpse Exhibition” kitaplarındaki tüm öykülerimin filme çekilebileceğini düşünüyorum. Açıkçası hepsini Netflix dizisine uyarlama hayalim var.

Son kitabınız God 99 bir roman. Roman yazarken karşılaştığınız zorluklardan bahseder misiniz? Hangisi daha zor; öykü yazmak mı, roman mı? 

İkisi de. Hiçbir şey kolay değil. Öykü zor iş, roman zor iş, kısa film yapmak zor iş. Hepsinde çok emek, çok zahmet var. Comma Press sadece öykü yayımlayan bir yayınevi. Roman yayımlamaya sıcak bakmıyor. Dedim ki, öyle bir şey yazıyorum ki roman diyecekler ama içindekiler öykü olacak. İtalya’da God 99’a bayıldılar. Biçimini çok beğendiler, çok farklı buldular. God 99 için bazıları roman diyor, bazıları öykü. Benim için bir kitap.

Üzerinde çalıştığınız yeni projeleriniz var mı? Öykü, film, roman?         

Şu anda iki novella üzerinde çalışıyorum. İkisinde de bolca kara mizah var. Ayrıca televizyon için altı bölümlük dram yazıyorum. Bir yandan film eleştirileri yazıyorum.

Son olarak sevdiğiniz yazarlar ve yönetmenler kimlerdir?

Sevdiğim çok sayıda kitap var, bu yüzden yazar ismi vermem çok zor. Italo Calvino’yu söyleyebilirim. Özellikle Mr. Palomar romanını çok severim. Hattâ God 99’da da bahsediyorum. Yeni çıkan ve beğenerek okuduğum çok sayıda kitap var. Yönetmen ismi verebilmem daha kolay; favori yönetmenlerim Lars von Trier ve Tarkovski.

(Röportaj: Ebru Elbaşıoğlu)

Özgürlük Meydanı’nın Delisi kitabını incelemek için tıklayın. 

Kapat