Taş plakta, koleksiyonu tamamlama ihtimaliniz yok!

Asıl işi tiyatro olsa da Cemal Ünlü denildiğinde akla ilk gelen konu, Türk müzik tarihi ve taş plaklar. Kimsenin ilgilenmediği, merak etmediği, plakların pek kıymet görmediği yıllarda kişisel bir merakla işe başlayan Cemal Ünlü, zaman içinde alanın yegâne otoritesi haline geliyor. Osmanlı coğrafyasında icra edilen müzik türleri ve ‘piyasanın’ geçirdiği dönüşüm, tarihle paralel okunduğunda toplum dinamikleri açısından da önemli veriler sağlıyor. Cemal Bey’in çalışmaları sayesinde, İmparatorluğun hızla toprak, güç ve itibar kaybettiği 19’uncu yüzyılda kültür muhitinin hâlâ çok güçlü olduğunu görüyoruz söz gelimi. Adı istibdatla özdeşleşen İkinci Abdülhamid, teknoloji söz konusu olduğunda bütün imkanlarını seferber edebiliyor. Sarah Bernhardt, Lizst konser vermek için İstanbul’a geliyor. İşgal İstanbul’unda erkekler askere alınmışken konservatuar kız öğrencilerle faaliyetlerine devam ediyor. Dünyanın en büyük plak üreticileri stüdyolar, fabrikalar kuruyor şehirde. Ve bu faaliyetler neticesinde büyük bir miras oluşuyor. Müzik çalışmalarına 1990’larda başlayan Cemal Ünlü, bir araya getirdiği bu bilgilerle, kültür tarihi alanında önemli bir boşluğu dolduruyor. Ünlü’yle, dönemi ve günümüze yansımalarını konuştuk. Keyifli okumalar dileriz…

İstanbul’un henüz asli karakterini yitirmediği bir dönemde dünyaya gelmişsiniz. Nasıl bir çevrede yetiştiniz?

130 senelik İstanbulluyum. Ailem, Üsküdar’ın orta halli ailelerinden. Dedelerimi tanımadım, haklarında fazla bilgim yok. Annemin babasının kaymakam rütbesiyle Şam’da bulunduğunu biliyorum. Babamın babası 130 sene önce Kırklareli’nden gelip Üsküdar’a yerleşmiş.

Çocukluk yıllarınızın İstanbul’unu, Üsküdar’ı nasıl hatırlıyorsunuz?

73 yaşındayım. Demek ki farkında olarak 62 – 63 sene öncesinden söz edebilirim. Değişime direnen, eskinin ardından ah vah eden biri değilim. Geçen yıllar içinde insanlığın, kültürün, sosyal çevrenin nasıl değiştiğini gözledim. İstanbul’la ve Üsküdar’la ilgili şu kadarını söyleyeyim; doğduğum ev, büyüdüğüm semt dahil her yer tanınmaz vaziyette. Ne ilkokulum, ne ortaokulum kaldı. Benim yaşadığım İstanbul ve Üsküdar’la ilgili neredeyse hiçbir şey yok. Sokak isimlerine varıncaya kadar her şey değişmiş. Gittiğim tiyatro okulundan, devlet tiyatrosunda çalışırken sahne aldığımız AKM’den eser yok… 1950’li yılların sonundan itibaren Kadıköy’ü, Kadıköy iskelesini bilirim. O kadar hoş bir yerdi ki. İskelenin önünde ağaçlar vardı. Tramvay oradan giderdi. Yazlık yer ya, Fenerbahçe tramvayının üstü açıktı. Bağdat Caddesi’nden geçerken yol kenarındaki köşkleri izlemeye doyamazdım. Erenköy, Göztepe, Suadiye köşklerle doluydu. Değişim dediğimiz şey içime sinen, hoşuma giden ve beni çeken bir şey değil. Tam tersine benim ittiğim bir şey. Kendimce avunmaya, bu başkalaşımı kabul ederek onun yerine kendimce bir şeyler koymaya gayret ediyorum.

Mimar Sinan Üniversitesi’nde tiyatro eğitimi almışsınız. Tiyatro nasıl girdi hayatınıza?

Üsküdar Ortaokulu’nda başladım tiyatroya. Halk Eğitim Merkezi’nde bir sanat topluluğu vardı. Muhsin Ertuğrul yönetiminde bir tiyatro okulu kurulmuştu. Onların bir oyununu seyrettim ve tiyatro yapmaya karar verdim. O okula gittim fakat okulun ömrü bir buçuk sene sürdü. Oradan çıkınca devam ettim. Bakırköy’de Halk Evleri Deneme Tiyatrosu adıyla sahne aldık.

Muhsin Ertuğrul’la çalıştınız mı?

Muhsin Hoca sanırım on, on iki kere stüdyo derslerimize girdi. Mesleklerle ilgili gözlem ve uygulama çalışması yaptık. Bir de geçtiğimiz bir cadde üzerinde aklımızda kalan binalar vesaire. Eski tarz ve Stanislavsky metoduna uyan şeylerdi. Biz son öğrencileri olduk. Sonra okul kapandı ama Ayla Algan ve Beklan Algan’ın etrafında çalışmalar sürdü. Muhsin Hoca hep vardı, tepeden sürekli izledi. Provalara gelir, en arkada oturur izlerdi. Sonra Üsküdar Selimiye’de komşu olduk. Ölünceye kadar yakınında oldum, gittim geldim. Hayatımda başıma gelmiş en hayırlı işlerden biridir onun yakınında bulunmak. Son görüşmemizde eliyle yaptığı kahveyi içmiş olmak ve İzmir’e göndereceği bazı fotoğrafları bulup altlarının yazılması…

Bu çalışmalar üniversite öncesi mi?

Evet. Askere gidip geldikten sonra Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuarı’nı dışardan verilen sınavla bitirdim. Okulu bitirdikten sonra Devlet Tiyatrosu’na girdim. Otuz üç sene oyuncu, yazar ve yönetmen olarak görev yaptım. O sırada başka şeylerle, özellikle müzikle ilgilenmeye başladım.

Sizi müziğe ve müzik tarihine yönlendiren şey neydi?

Devlet tiyatrosunun ilk yıllarında tiyatroyla ilgili olarak kitap ve dergilerin yanı sıra operet, kanto müziklerine ve meddah, Karagöz plaklarına merak saldım. Onları toplamaya başladım. Özellikle operet alıyordum. Bunları toplarken ilgilendiğim konuların yanında şarkı, gazel, saz eseri plakları da gösteriyordu esnaf. Çoğu insan bir iki şeyi seçer ve sadece onlara yoğunlaşır. Ben öyle yapmadım, elime geçen bütün konulara ilgi duydum. Dört bin civarında plağım var. İki yüz elli kadarı caz plağı, üç yüz, dört yüz tanesi de Rumca. Zaman içinde elimde çok plak birikti. Meraklı da bir adamım. Gördüğüm malzemenin ne olduğunu anlamaya çalışırken ilgi alanım çok genişledi.

Müzik tarihi çalışmalarına ne zaman girdiniz?

Plak toplamaya başlamam 1973 yılından sonradır. 1990’dan itibaren plak dinletileri yapmaya başladım. Sonra İstanbul Ansiklopedisi’nin yeni yayınına Hafız Burhan, Taş Plaklar gibi birkaç makale yazdım. Ondan sonra da Yapı Kredi’nin ve Kalan Müzik’in çalışmaları geldi.

Malzeme toplamaya başladığınızda bunları araştırma konusu yapmak gibi bir düşünceniz var mıydı?

Hayır, dedim ya meraklı bir adamım diye. Sorularıma cevap bulmak için araştırma yapmam gerekiyordu. Ve bu konularda yazılmış pek bir şey yoktu. Zaman içinde elimdeki malzemeden hareketle çeşitli mecralara yazılar, makaleler yazmaya başladım. Bu çalışmalar için yaptığım hazırlıklar konu hakkında epeyce bilgi kazanmama vesile oldu. 1995 – 96 yılında Yapı Kredi Müzesi’nde yapılan Gramofon, Taş Plak sergisi bir dönüm noktasıdır. Bu sahada yetişmiş kimse olmadığından serginin danışmanlığı bana önerildi. Çeşitli koleksiyonculara danışarak ve sergiye giren malzemeyle, bir katalog hazırladım. Ayrıca o taş plaklardan iki tane de CD yaptık. Projenin direktörü Özalp Birol’du. Taş plak ve gramofon sergisinin sesle desteklenmesi gerektiğini önerdim. Kabul etti ve yaptığımız CD’ler 1996’da yayınlandı. Daha önce Taş Plak’tan CD yapılmamıştı, ilk oldu bu. Sonra Hasan Saltık’la tanıştık. Bizim yaptığımız işten cesaret buldu ve hemen o yıl içinde Seyyan Hanım, Tangolar albümünü hazırladık. Ve devamı geldi. Kantolar, Deniz Kızı Eftalya, Kendi Sesinden Sadettin Kaynak, Gazeller 1-2, sonra 3’ü de yaptık. Yapı Kredi için Cumhuriyet’in 75’inci yılında Cumhuriyet dönemi sesleri ve kayıtlarını içeren bir albüm hazırladık. Ortam çok canlıydı. Yalçın Tura İş Bankası’na Alaturka adında üç albümlük bir seri hazırlamıştı. Alafranga müzik kısmını da bana önerdiler. Tango, operet ve kanto albümlerini hazırladım. Böyle böyle bugüne kadar geldi. Şimdi Kalan Müzik için yeni bir albüm çalışması içindeyiz.

Yeni projeniz ne?

Uzun zamandır yapmak istediğim bir projeydi bu. Aşağı yukarı on iki sene sonra nihayet hayata geçecek. Muhlis Sabahattin Ezgi operetleri ve Neveser Kökdeş şarkıları. İki kardeşin eserlerini içeren üç longplay olacak. Zaman içinde sadece albüm hazırlamak ve makale yazmakla kalmadı tabii iş. Bu çalışmaları yaparken Açık Radyo’dan bir öneri aldım. Eski plaklar ve kayıtlarla ilgili programlar yaptım. Orada biriken bilgi ve malzeme bir kitaba dönüştü.

İlk kitap o yayınlardan mı çıktı?

Evet, orada ele aldığımız konular Pan Yayıncılık’a cesaret verdi. Kitap yazmam konusunda bir öneri yaptılar. 2000 – 2002 yılları arasında oturup bugün artık yazamayacağım bir kitabı yazdım; Git Zaman, Gel Zaman. Türkiye’de iki baskı yaptı o kitap. Sonra 2005 yılında Amerika’da Association for Recorded Sound Collection tarafından yayınlandı. ARSC dünya genelinde ses kayıt tarihi alanında akademik çalışmalar yürüten bir birlik. Aynı yıl Dünya Müziği En İyi Araştırma Ödülü’nü de Git Zaman Gel Zaman’a verdiler.

Kimsenin yayın yapmadığı, kafa yormadığı bir alanda çalışmak nasıl gündeminize girdi?

Mesele de oydu zaten. Çalışan başka kimse olmadığı için benim yaptığım işler dikkat çekti. İlgilendiğim, araştırdığım ve üzerine gittiğim için eski tabirle temayüz ettim, belirdim. Başlangıçta tek olduğunuzda ilk olarak size geliyorlar, sizden istiyorlar. Benim çalışmalarımın yoğunlaşması da öyle oldu. Sonra Melih Duygulu, Bülent Aksoy, Aziz Şenol Filiz gibi arkadaşlar halk müziğinde ve diğer arşiv kayıtlarında çalışmaya başladı. Kimsenin ilgi duymadığı bir alanda çalışmak hem daha rahat olmanıza yol açıyor hem de konu sıkıntısı çekmiyorsunuz. Araştırma yapacağınız pek çok konu buluyorsunuz. Git Zaman Gel Zaman için bazı röportajlar da yapmıştım. Odeon firmasının o günkü sahiplerinden Leon Grunberg 95 yaş civarındaydı. Onunla da konuştuk. Kitap yayınlandıktan sonra telefon etti ve “Bu kitabı nasıl yazdınız?” diye sordu. Onlarda bile hiçbir belge, kaynak yoktu. Birtakım katalogları ben verdim. Yazdığım yazılar ve kitabımdan alıntılarla kendilerine internet sayfası yaptılar.

Siz nasıl ve nereden ulaştınız bu bilgi ve belgelere?

Katalogları topladık, gazete taradık. Sahibinin Sesi, Columbia, Odeon gibi Amerikan, İngiliz ve Alman firmaları düzenli olarak katalog çıkarmamış olsa öyle bir kitap yazılamazdı. Bir de Hollandalı araştırmacı ve yazar Hugo Strötbaum var tabii. Katkısı ve yardımı büyüktür. Şirketlerin Anadolu’daki plak satıcılarından sipariş almak için hazırladığı kataloglardan çok yararlandım. Zamanında yazılmış çok az da olsa makale de vardı. Gazete, dergi, kitap, hatırat gibi çok sayıda kaynak taradım. Neyzen Tevfik’in Mısır’da yaptığı fonograf kayıtlarından bahseden bir makale buldum. Hepsini bir araya getirdim. Zaman zaman ilerlemek çok zorlaştı. Bir tarih geliyor ve orada bir şey bulamıyorsunuz. O durumlarda sanatçı biyografileri okuyarak, Darül Elhan’ın derleme gezilerine dair notlara bakarak yol almaya çalıştım. Bu derleme gezilerinde gramofonla kayıt yapılmış. İlginç satır arası bilgiler çıktı karşıma, onlara ayrı başlıklar açtım. Mesela Rum gençlerinin 1900’lü yılların başlarında başlattığı bir popüler müzik çabası var. İstanbul’dan İzmir’e oradan Atina’ya göçmüşler ve gittikleri her yerde bu müziği icra etmişler. O türde yayınlanmış epey bir plak var. Yardım da aldım tabii. Tanburi Cemil Bey bir başlık oldu. Niyazi Sayın’da Cemil Bey’in kendi plaklarını değerlendirdiği bir defteri var. O defterden de epeyce şey öğrendik. Benzer bilgileri değerlendirdim sonunda 550 sayfayı buldu kitap.

Bir yandan da tiyatro devam etti değil mi?

Evet, bunlar amatörce çalışmalardı. Tiyatronun zorlukları vardır ama size kalan zaman da olur. O zamanı bu işlere ayırdım. Eğer başka bir işim, görevim yoksa sabah 10’da bilgisayar başına oturup akşam 7’ye, 8’e kadar düzenli bir şekilde çalışıyordum. İnsanlar, “Bunları ne zaman yaptın? Nasıl vakit buldun?” diye soruyorlar ama bana sorarsanız zamanı iyi kullanmadım, daha çok şey yapılabilirdim. Daha fazla kitap okuyabilirdim, yeterince okumadığımı düşünüyorum mesela. Kütüphanemdeki kitapların yarısından fazlası okunmamış vaziyette duruyor. Okuyabilseydim iyi olurdu. Anatole France’in galiba, bir sözü var, “Kütüphane okunacak kitapların durduğu yerdir.” der. Böyle rahatlatıyorum ben de kendimi. Bir şey aradığımda, elimi attığımda ilgilendiğim konularla ilgili kitapları bulmak hoşuma gidiyor. İstanbul üzerine bir konuda çalışırken iyi bir İstanbul kitaplığım olduğunu farkettim. Dışardan bir iki kitapla idare ettim.

İlk araştırma konularınız neydi?

Tiyatrodan kaynaklanan bir ilgiyle başladığım için öncelikle Karagöz, operet gibi başlıkları topladım. Bu konular hor görülür, kimse ilgilenmez. Hafız Burhan, Safiye Ayla, Tanburi Cemil Bey alır insanlar. Halk müziği ile ilgilenenler Celal Güzelses, Zaralı Halil gibi isimlerin peşine gider. Diğer plakların önemini pek bilmezler. Ben çok ilgi görmeyen alanlara yoğunlaştım. Ve sonuçta ciddi bir koleksiyon oluşturdum. Çok kolay rastlanılmayacak önemli plaklar var içlerinde. Türkiye’de yayınlanmış çok sayıda Yunanca plak var. Yunanca bilmiyorum ama ilgimi çektiler. Okumayı öğrendim, sonra o plakların rembetiko türü plaklar olduğunu gördüm. Costas Ferris’in Rembetiko filmi geldi sonra. 1983’te oynadı galiba. O film bana ufuk açtı. Kendi kendime yol alıp bulduğum bilgileri yan yana koyarak bir şeyler yazdım. Yıllar sonra Costas Ferris o konuda danışmak için benimle görüşmek istedi. Roller değişti. Önce ben ondan öğrenirken gün geldi o benim bilgilerimden yararlandı. Bir merakın nasıl bir neticeye ulaştığını görmek için iyi bir örnekti bu.

Koleksiyoncu mu yoksa araştırmacı sıfatına mı daha yakın görüyorsunuz kendinizi?

Ben kendime koleksiyoncu sıfatını yakıştıramam. Koleksiyonlar belli seriler takip edilerek, eksikler tamamlanarak oluşturulur. Alım satım piyasaları vardır. Ben plak alırım ama satmam. Takas etmem. Ayrıca plakların sadece içeriğiyle ilgilenirim. O yüzden borulu gramofonlara falan da meraklı değilim. Bana ses verecek, elimdeki plağı çalacak bir gramofon lazım. O yüzden ben koleksiyoncuysam kötü bir koleksiyoncuyum. Ayrıca öteki koleksiyoncuların aksine elimdeki malzemeyi kimseden saklamam. Her sene lisans ve yüksek lisans alanında üç – dört öğrenciye çalışmaları için malzeme veririm. Kendime saklamıyorum çünkü bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Hele de plak konusunda. Sizin ürününüz değil, para verip aldığınız bir malzemeden söz ediyoruz. Oradaki icrayla, sanatla hiçbir ilişkiniz yok. Kendi yarattığım bir şeymiş gibi davranmak bana hiç uygun değil. Böyle düşündüğüm için okullarla, konservatuarlarla yakın ilişki içindeyim. İTÜ Konservatuvarı’yla, Mimar Sinan Müzikoloji’yle, Afyon Üniversitesi Konservatuarı’yla ortak çalışmalar yürüttüm, yürütüyorum.

Hazırladığınız katalogda Türkiye’de doldurulmuş on sekiz bin taş plağı kayda geçirdiniz. Koleksiyonunuzun dört binde kalmasının sebebi ne?

O kadar plağa ulaştım. ‘Burada durayım, yeter!’ diyemezsiniz. Artık plak bulmak kolay değil. Bir de Favorit, Zonaphone gibi firmalar 1926-27 öncesinde çok plak yayınlamışlar ama onları bulmak o kadar güç ki. Kayda geçirdiğimiz 18 bin plağın iyi bir ihtimalle 5 bin tanesi günümüze ulaşmamış olabilir. Günümüzde mevcut plakların neler olduğunu saptamak hiç kolay değil. Koleksiyonlar tasnif edilmemiş. Koleksiyoncular plaklarına pek hakim değil. İlgilenmedikleri müziklerin bulunduğu plaklarla fazla ilgilenmezler, bilmezler. Elinizde bilgisi olduğu halde ulaşamadığınız plaklara sahip olmadan tam bir koleksiyon olur mu? Böyle bir koleksiyon koleksiyoncu mantığına uygun mudur? Bu da ayrı dava. Taş plakta, ne yaparsanız yapın koleksiyonu tamamlama ihtimaliniz yok. Kağıt üzerinde varlıklarını biliyoruz ama günümüze ulaşmışlar mı? Bilmiyoruz. Ben bu kadar zaman ayırdım, elimden daha fazlası gelmez. Koleksiyoncuların plaklarını karıştırmak, kapılarını aşındırmak yapacağım iş değil.

Firmalar ürettikleri plaklardan örnekleri kendi arşivlerine almışlar mı?

Sadece Sahibinin Sesi firmasının Londra’da bir arşivi var, ötekilerin yok. Türkiye’de faaliyet gösteren üç büyük firma var.

Hangileri onlar?

Odeon, Sahibinin Sesi ve Columbia. Bir arşivleri yok. Taş plak dönemi 1965’ten sonra kapanıyor. 60’lı yıllar tam bir inkar dönemi. O dönemden sonra da büyük kayıp var.

Ne anlamda?

Evdeki bakırlar, halılar, kilimler her şey atıldı, elden çıkarıldı. Benim annem de bakırların yerine alüminyum aldı. Halılar kalktı, halıfleks geldi. Bu inkar sürecinde fabrikalar da benzer bir yol izlemiş. Korsan firmalarla, korsan yayıncılıkla baş edememişler. Zaten kasete ve long play’e geçilmiş. Taş plak unutulmuş. Sanırım benim çabalarımın da etkisiyle yeniden gündeme geldi ve malzemenin değeri anlaşıldı. Yaptığım çalışmalar sırasında hep bu plakların içinde müzikal, sosyolojik ve kültürel alanlarda ufuk açacak çok fazla malzeme olduğuna dikkat çekmeye çalıştım. Akademik çalışmalar için de ciddi kaynaklar bunlar. Konunuz ne olursa olsun gramofon plaklarına bir bakmak isabetli olur.

Toplamaya başladığınız yıllarda taş plak koleksiyoneri var mıydı?

Günümüzde çok arttı ama o zaman da vardı. Benim bildiğim dört – beş tane büyük koleksiyon var. Tanımadığım büyük koleksiyoncular olduğunu da biliyorum. Bu işte gördüğüm en iyi koleksiyonlardan biri Rahmetli Muammer Karabey’e aitti. Albümler yaparken ondan çok yararlandım.

Muammer Bey’in koleksiyonu sizinkinden daha mı büyüktü?

Çok büyük, mukayese etmem. Ve düzgün bir koleksiyon, makinalarıyla. Ailesi olduğu gibi korudu koleksiyonu. Sonra Işık Yazan var, onun iyi bir koleksiyonu var. Bedrettin Dalan’ın büyük, değerli bir koleksiyonu olduğunu biliyorum, gördüm de. Gramofon tamircisi Sacit Usta’nın iyi bir koleksiyonu var. Ohannes Untur’un koleksiyonu da iyi. Tamer Başaslan adında bir avukatta yine iyi bir koleksiyon olduğunu biliyorum.

Tematik koleksiyonlar mı bunlar?

Çeşitli. Ama hiçbiri üç bini, beş bini geçemez. Muammer Bey’de epey var. O koleksiyonun bir özelliği de plakların seçme olması. Operet, kanto falan biriktirmezdi Muammer Bey. Gazel, Hafız Osman, Hafız Sami, Tanburi Cemil Bey, Münir Nurettin, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar alırdı. Hepsi seçme, bakımlı, temiz plaklar. Sanırım 1960’lı yıllardan itibaren toplamış. Her şeyden önce bir müzik meraklısıydı. Onun için almıştı. Ben de öyle, plak toplayayım diye toplamadım. İşim gereği, işime yarayacak olan plakları alarak başladım. Sonradan bu boyutlara ulaştı. Bir noktadan sonra büyümesini önleyemiyorsunuz. Çok bağış aldım. Bazı insanlar ailelerinden kalan, ne yapacaklarını bilmedikleri plakları bana getirdiler. Halen de sürüyor. Sanırım altı-yedi kere büyük bağışlar yapıldı ve arşivim öyle de genişlemiş oldu. Onları olduğu gibi koruyorum.

Biraz da işin teknik kısmını konuşalım. Ses kayıt teknolojisinin tarihi ne kadar geriye gidiyor?

Thomas Edison 1877 yılı Ağustos ayında ilk ses kayıt cihazının patentini alıyor. Osmanlı’ya gelişi 1890’lar. İkinci Abdülhamid dönemi yeniliklere açık bir dönem. Padişah’ın kendisi de çok meraklı. Tabii İstanbul önemli bir kültür başkenti. 1830’larda, 40’larda Beyoğlu’ndaki Naum Tiyatrosu’nda İtalyan operaları, baleleri oynuyor. Verdi’nin yazdığı operalar altı ay sonra İstanbul’da gösteriliyor. Önemli bir nüfus ve ilgi var. Tanzimat’la birlikte bir enstrüman çalmak, Padişah kızları başta olmak üzere soylu ailelerin çocuklarının müzikle ilgilenmesi usulden oluyor. Sarah Bernhardt gelip İstanbul’da temsiller veriyor. Liszt geliyor, konserler veriyor. Az şey değil bunlar. Bu ilginin neticesinde Ahmed Rasim Bey daha 1870’lerde, belki 80’lerde Fransızca’dan tercümeyle fonografın nasıl bir alet olduğunu anlatan bir risale yazıyor. Fonografın gelişi gazete, dergi haberlerine konu oluyor. Fonografın kolay bir tarafı var, üstüvane denilen yuvarlak silindire anında kayıt yapıp hemen dinleyebilirsiniz. Bu hız, ilginin daha da büyümesine yol açıyor. İstanbul’da iki merkez var. Biri Beyazıt çevresinde, oraya daha çok Müslüman ahali gidiyor. Diğeri de Levantenlerin ve diğer toplulukların gittiği Galata ve Pera.

İlk dükkanların kime ait olduğu biliniyor mu?

Beyazıt’ta Hafız Aşir Efendi’nin Gülistan mağazası, Zafiraki’nin ve Kemani Memduh’un dükkanları var. Pera tarafında azınlıkların işletmeleri var. Kitapta bunları detaylıca yazdım.

İlk taş plak stüdyosunun 1900’de bir Alman tarafından kurulduğunu belirtiyorsunuz. O tarihlerde Osmanlı artık gücünü, itibarını kaybetmiş bir ülke. Batılılar için bu toprakları cazip kılan ne?

Tarih kitapları öyle anlatıyor ama işgal İstanbul’unda, savaş yıllarında bile konserler veriliyor, plak dolduruluyor. Çanakkale Savaşları esnasında erkekler askere gitmiş, konservatuar kız öğrencilerle devam etmiş. Sedat Öztoprak’ın fotoğrafları var. Kültür muhiti canlı. İlgi devam ediyor. Savaş ve işgal bu anlamda büyük bir etki yapmıyor.

Ticari açıdan da karlı İstanbul piyasası herhalde?

Öyle olmalı. Gramofonun en büyük özelliği, sesinin fonografa göre net, gür ve temiz olması ve plakların çoğaltılabilir olması. Fonograf plakları çoğaltılamıyor. Gramofon plakları büyük bir yenilik ve atılım. Fransızlar da var ama daha çok İngilizler ve Almanlar bu işe ciddi yatırım yapıyor. Fabrikalar kuruluyor. Dünyada Londra ve Berlin dışında merkezler oluşuyor. Sahibinin Sesi Milano, Atina, İstanbul, Kahire ve Hindistan’da fabrika kuruyor. Buralarda üretilen makine ve ses kayıt ürünlerini tüm dünyaya satıyorlar. İstanbul o kadar geniş bir etnik yapıya sahipti ki. Ve bu etnik yapıya bağlı olarak çok fazla müzik türü ve bu türleri talep eden insan vardı.

Bu yeni ve devrimci teknoloji halkta hemen karşılık buluyor mu? Plakların baskı sayısı üzerinden böyle bir yorum yapmak mümkün mü?

Tam bilemiyoruz ama yapılan çok kayıt var. 1926’da mikrofon kullanılmaya başlanana kadar huniyle kayıt yapılıyor. Buna rağmen kataloglara bakınca epey plak olduğunu anlıyoruz.

Kataloglarda baskı sayısı belirtilmemiş mi?

Hayır! Baskı sayısını hiçbir zaman bilemezsiniz. Sonraki yıllarda, mesela 50’lerde kaç baskı yapıldığını da bilemezsiniz. Sadece tahmin yürütülebilir. Münir Nurettin’in Kalamış şarkısının plağına ya da Hafız Burhan’ın Makber’ine çok rastlıyorsanız demek ki çok basılmış diyorsunuz. Ya da arşivlerden gazete ilanlarına, haberlerine bakacaksınız. Baskı adedi gibi baskı tarihi ve fiyat söylemek de mümkün değil. Hiçbir plağın üzerinde tarih yoktur. Katalogların bir kısmında tarih vardır, diğerlerinde yoktur. 1900 yılında Alman Tantrix’in yaptığı kayıtlar üç yıl sonra piyasaya verilmiş. Hangi yıl, kaç kayıt yaptıklarını biliyoruz. Hangi teknisyenlerin ne zaman gelip İstanbul’da hangi boyda plaklara kayıt yaptıklarını söyleyebiliyoruz. Ama sadece Gramofon Concert Record ya da gramofonu bulan Emile Berliner’in firması için söyleyebiliyoruz bunu. Zonophon’u sonradan Sahibinin Sesi satın alıyor.

Bütün türler ve diller için plak yapılıyor mu?

İstanbul’un kültürel yapısı, nüfus çeşitliliği ve dağıtım yapılan bölgelerin talepleri doğrultusunda dolduruluyor plaklar. Arnavutça plaklar, Kürt havaları, Karadeniz, Pontus müzikleri, Balkan, Rum müzikleri… Klasik eserler, şarkılar, yeni eserler, kantolar, operetler… daha çok var. Osmanlı sınırlarında dinlenilen, çalınıp söylenen müzik türü otuz – kırk kadar. Ticari bir iş olduğu için bütün türlerde plak yapılmış. Epeyce Rumca plak var mesela, çünkü büyük bir nüfus var. Ermeni plakları var. Edirneli Haim Efendi, İzmirli Hoca İsak Al-gazi sinagog mugannileri. Hem dini plakları hem de Türk müziği plakları, gazelleri var. Karakaş Efendi, Haim Efendi Türk müziği plakları da doldurmuş. Orfeon Record’un kataloğunda bir liste vardı, Pontus müzikleri, Kürt havaları, Arnavut havaları, her türden 10’ar, 12’şer plaklık listeler bunlar. Mahalli müzisyenlerin yaptığı kayıtlar.

İlk dönemde kadın sesi var mı?

Rum ve Ermeni kadınlar var başta. 1926 – 27’de Sahibinin Sesi kurulunca Müslüman kadınlar için plak yapılmaya başlanmış. Fikriye Hanım, Faize Hanım ilkler arasında. Sonra diğerleri geliyor. O yıllarda sesler artık mikrofon aracılığıyla ve daha kolay kaydediliyor. İlk plaklar mikrofonsuz kaydedildiği için sesler zayıftır. Cemil Bey öldüğünde mikrofona daha 10 sene var.

Osmanlı coğrafyasında, İstanbul dışında kayıt stüdyosu, plak fabrikası var mı?

Fabrika yok ama portatif kayıt cihazlarıyla yapılan kayıtlar var. Profesyonel kayıtlar için İstanbul’a geliyorlar. İzmir’de Eyüp Sabri Bey diye meşhur bir girişimci firma var, plak ve gramofon satıyor. Eyüp Sabri Bey sanatçıları Favorite firması adına kayıt yaptırmak için İzmir’den İstanbul’a getiriyor. Yazışmaları var. Fonograf döneminde kayıt daha kolay. Bir odaya girip okuyorlar. Fahri Kopuz anlatıyor; Cemil Bey akşamüzerleri Kemani Memduh’un dükkanına uğrar, birkaç kovan doldurur gidermiş. Sirkeci’de, Ankara Caddesi’nin köşesindeki Altın Han’da Aşir Efendi’nin dükkanı var, Gülistan mağazası. Kendisi anlatıyor; bir müşteri Kuzu şarkısını soruyor. “Kalmadı. Yarın gelir.” diyor Aşir Efendi. Adamı gönderdikten sonra arkaya geçiyor, fonografa okuyor. Bitirdiği an mamul hazır. Kovan doldurmak için büyük yatırımlara ihtiyaç yok. Ama kaliteleri iyi değil. Zamana dirençleri düşük.

Kataloglar bize hangi sanatçının kaç plak doldurduğu bilgisini veriyor mu?

Aşağı yukarı. Polydor, Pathe gibi hiç kataloğu olmayan firmalardan dolayı eksikler var. Merak dedim ya, koleksiyonlarda gördükçe defterime kaydettim. Onların listesi öylelikle çıktı.

En çok plak dolduran sanatçı listesi çıkarmak mümkün mü?

Tabii. Hafız Aşir Efendi, Hanende İbrahim Efendi, Hafız Burhan, Münir Nurettin, Hafız Yaşar Bey, Hafız Ahmet Bey… Bunların çok plakları vardır. Safiye Ayla’nın, Müzeyyen Senar’ın, Zeki Müren’in de iyi plakları var. Aklımız hep taş plaklara gidiyor ama Zeki Müren’in taş plaktan başlayarak 45’lik, Long Play, kaset ve radyo kaydını da hesaba katarsak çok kaydı var.

İlgi alanınız taş plak sonrası dönemi kapsıyor mu?

Hayır, kestim. 1965’te biter. 45’liklerle hiç ilgilenmedim. Onunla ilgilenen çok insan var. Ben 45’liklerdeki müziklerin peşinde değildim. Onun için iyi bir koleksiyoncu sayılmam diyorum. İşime yarayan, ilgi duyduğum müzikleri ve plakları topladım ve onlar üzerinden bilgi ürettim.

Plaklara okunan eserlerden toplumun müzik tercihlerini takip edersek nasıl bir değişim görürüz?

Özellikle 1920’ye kadar olan dönemde repertuarlarda taksimler, gazeller çok önemli yer tutar. Sonra tango plakları gelmiş. Sonra solistler şarkı okumaya başlamış. Gramofon plaklarının üç dakika yirmi saniyelik süresini belirleyici bir unsur olarak görmek lazım. Plağa Mevlevi ayini ya da kâr, beste kaydedemezsiniz. Ya taksim ya da kanto, tango gibi denetlenebilir, şarkı formuna yakın eserler olacak. Darül Elhan plaklarında bazı büyük besteler okunmuştur. Notalarını yayınlamışlar, o notaların kayıtları da olsun diye Tasnif Heyeti tarafından yapılmış kayıtlar var. Sayısı azdır bunların. Dört buçuk dakika kadar süren büyük plaklar da var ama çok elverişli değiller. Genellikle dört satırlı, iki beyitten oluşan bir klasik bestenin iki satırını söylerler. Tamamı sığmaz plağa.

Piyasadaki yabancı plaklar da İstanbul’da mı dolduruluyor?

Yabancı plaklar önemli ve büyük bir kalem. Bunların örneklerinden biri Rumca plaklar. Önce ithal edilmişler sonra Odeon, Sahibinin Sesi ve Columbia gibi büyük firmalar Yunanistan’da doldurulan plakları burada kopyalamaya başlamış. Türk etiketiyle basmışlar. Aynı şekilde Safiye Ayla’nın, Hafız Sami’nin birtakım plakları Columbia tarafından Amerika’da basılmış, oradaki Ermenilere, Rumlara satılmak üzere. Caz müziği konusunda da benzer bir durum var. 1940’larda bir swing akımı var. O kadar talep olmuş ki pek çok Amerikan cazcısının plağı Türkiye’de kopyalanarak Türk etiketi ile yayınlanmış. Sadece caz demeyelim, hafif müzik plaklarıdır bunlar. Orijinal yabancı plaklar da var piyasada. Ümmü Gülsüm, Abdül Vahab plakları ithal yoluyla Mısır’dan gelmiş. Bir de opera, senfoni, konçerto gibi klasik batı müziği plakları var. Onlar albüm şeklinde dörtlü, beşli plaklar halinde gelir. Yeni türler plak oldukça getirilip bu piyasalara verilmiş. Garip bir şekilde günümüzde para etmezler. Plak işi ulusal bir şeydir. Yabancı plaklar alıcıları ilgilendirmez. Ben öyle yapmadım. Çünkü işim bir başka boyuta geçti. Tarihini yazıyorsam Sevim Çağlayan, Adnan Pekak plağı da bulundurmak zorundayım.

İlgilenmediğiniz tür ya da sanatçı oldu mu?

İnkar ettiğim bir şey olmadı, belki özellikle peşine düşmedim ama hepsinden örnek olarak bir iki tane bulundurdum. Hint müziğiyle özellikle ilgilenmedim ama iki tane Hintçe plağım var, Arapça plaklarım var. Alman plağı var… Bir türlü işinize yarıyor hepsi.

Taradığınız kaynaklar, plakların döneminde ortalama halk için erişilebilir olup olmadığı konusunda fikir veriyor mu?

Plaklara ve kataloglara özellikle fiyat, tarih gibi bilgileri koymuyorlar. Ticari kaygılarla yapılıyor olsa gerek. ‘Eski plak’ densin istenmiyor herhalde. Ama şifreler var, tarihleri o şifreler aracılığıyla çözüyoruz.

Taş plak fiyatları günümüzde oldukça yüksek. Siz topladığınız dönemde piyasa nasıldı?

İşin en can sıkıcı tarafı ve taş plakların koleksiyon olamama sebeplerinden biri de fiyat meselesi. Plakların ortalama bir piyasa fiyatı yok. Piyasa esnafın inisiyatifine, anlayışına bağlı olarak değişiyor. Yüz liralık plağa “On lira!” der, bilmez çünkü. Ya da on liralık plak için yüz lira ister. Hiçbir şekilde standardı yok, piyasası oluşmamış. Uzun zamandır plak almıyorum, ama gördüğüm rakamlar inanılmaz, çok pahalı.

70’lerde, 80’lerde taş plağa kıymet verilmediği anlatılır, siz de şahitlik ettiniz mi bu duruma?

Otuz sene kadar önce Kapalıçarşı’da Mehmet Usta’nın yanında birini tanımıştım. Gedikpaşa’da kunduracıydı adam. Zeytinburnu’nda bir evi vardı. “Plaklarımı satacağım” dedi, gittim. Hafız Kemal’ler, Sadettin Kaynak’lar falan, iyi plaklar aldım. O adam anlatmıştı. Kışın Çınaraltı’nda tezgah açıyorlar. Soğuk olunca ateşe plak atıyorlar. Kömür tozundan yapıldığı için iyi yanıyor plak. Benim gördüğüm birkaç ilginç sahne var. Kasvetli bir kış günü Topkapı’ya, Bigalı denilen bir adamın dükkanına girdim. Yanında da oğlu. Bir duvar boyu, üst üste yığılmış neredeyse bir metre yüksekliğinde binlerce plak. Hayatımda ondan daha fazla plağı bir arada görmedim. Tanesi 5 liraydı. Yanımda bayağı para vardı herhalde ki epeyce plak aldım. Oğlan farkında değil, “Abi Hafız Burhan olsa ne para eder değil mi?” diyor. İçi Hafız Burhan dolu halbuki. Seyyan Hanım’lar falan almıştım. Param kalmadı, Kadıköy Halk Otobüsüne binip Çiçekçi’den Üsküdar’daki evime yürüyerek döndüm.

Yaptığınız çalışmalar arasında Tanburi Cemil Bey Külliyatı ayrı ve özel bir yer tutuyor. Proje nasıl gündeme geldi?

Şenol Filiz’le daha önce Karagöz müziği üzerine iki CD’li bir çalışma yapmıştık. Oradan tanışıyorduk. Cemil Bey albümü için sponsor bulunca bana geldi. Başlangıçta bu boyutta bir iş değildi. Külliyat değildi yani. Tanburi Cemil Bey’in birtakım plaklarını yayınlayalım diye konuştuk. Bende az sayıda plak var, koleksiyonlar, yayınlanmış kayıtlar var. Çalışırken prensip olarak çok zorluk çıkarmam ama daha başlarken şartımı söyledim; “Başkalarının yaptığı dijital kayıtlardan albüm yapmam! Kendim kaydedeceğim.” dedim. “Plakları bulacak mısın?” diye sordu. “O bana ait, bulurum.” dedim.

Bu görüşme ne zaman gerçekleşti?

2013 yılının Ağustos ayında. Eylül’de çalışmaya başlamıştık. Çok iyi bir tonmeister tanıyordum, İhsan Akça. Onunla konuştum, bu iş için bir pikap geliştirdi. Kristal iğneyle taş plak kaydedilmez. Gramofon iğnesi kullanmalısınız. Ses bilgisayara aktarılacağı için bir amfiden geçmesi lazım falan. Çok iyi bir İngiliz pikabını ihtiyacımızı görecek bir cihaza dönüştürdü. Aynı teknisyen, aynı pikap ve aynı iğneyle yaptık bütün kayıtları. Projenin en önemli özelliklerinden biri buydu.

Kimde, hangi plakların olduğunu biliyor muydunuz?

Biliyordum. Gökçeada’da rahmetli Melih Özaltıner vardı, 14 Eylül 2013 günü oraya gittik. İlk kayıt onun evinde yapıldı. Melih’in kırk kadar Tanburi Cemil Bey plağı vardı, onları kaydettik.

İstanbul’a getirmediniz mi plakları?

Hayır, yerinde kaydettik. Oradan Ödemiş’e gittik. Işık Yazan Bey’in yetmiş, seksen kadar plağı vardı. Bozdoğan Tepesi’nde, Subatan Köyü’nde yaşıyordu. Plaklar da oradaydı. Zaman yetmedi, plakların bir kısmını yanımızda İstanbul’a getirmemiz gerekti. Işık Bey kimsenin yapmayacağı bir şey yapıp izin verdi. Bu kayıtlardan sonra işin boyutu büyüdü. Yüz otuz kadar Cemil Bey plağının seksen, doksan kadarını kaydetmiştik. Eksikler için bazı arkadaşlardan birer, ikişer takviye yaptık. Kaydettiğimiz bir plağın daha temiz versiyonunu bulduğumuzda yeniden kayda alıyorduk. Neyzen Niyazi Sayın hem plaklarını hem de başka bazı evrak verdi kullanmamız için. Beş, altı ay sonunda bir iki tanesi hariç neredeyse bütün Cemil Bey plaklarını kaydetmiştik.

Cemil Bey’in doldurduğu bilinen bütün plaklar günümüze ulaşmış mı?

Odeon firması için 1907 yılında kayıtlar yapıyor. Elimizde listesi var. Bunlardan birkaç tanesinin plağı var ama bulunması çok zor. 1907 yılındaki katalogda olan bazı plaklar 1908 kataloğundan kaldırılmış. Mesut Cemil kitabında anlatıyor. Cemil Bey’e o kayıtlar için yüz Napolyon altını ödeniyor. Para, bir İtalyan Bankası’na yatırılıyor ama Cemil Bey kayıtları beğenmiyor. Daha önce yaptığı kayıtlara kıyasla çok kötü bunlar. Çok hassas ve titiz bir insan Cemil Bey. Memnun kalmadığı için parayı iade etmiş ve plaklar piyasaya çıkmamış. Odeon’un sahipleri sonra 1911 – 12’de Feriköy’de bir fabrika kuruyor. Cemil Bey’e yine gelmişler anlaşılan. 1912’de yeniden başlıyorlar kayıt yapmaya. Mesut Cemil’in anlattığına göre Blumenthal’ler bu kez eve büyük bir gramofon göndermiş. Cemil Bey plakları orada dinliyor, olur verirse yayınlanıyor. Niyazi Sayın’daki defter de bunu gösteriyor. Plak isimlerinin karşısına notlar almış; ‘Olmuş’, ‘Olmamış’, ‘Hızlı Olmuş’, ‘Yavaş Olmuş’, ‘Tekrarlanmalı’… Beğenmedikleri Cemil Bey hayattayken yayınlanmamış. Fakat anlaşılıyor ki firma Cemil Bey öldükten sonra ‘olmaz’ dediği kayıtları da piyasaya sürmüş. Fena da olmamış, günümüzde fazladan Cemil Bey plağı dinlemiş olduk bu sayede.

Cemil Bey’in zor şartlarda yaşadığı ve yokluk içinde vefat ettiği anlatılır. Ama siz kayıtlar için yüz Napolyon altını ödendiğini söylüyorsunuz. Bu rakamlara mı çalışmış sanatkarlar?

Cemil Bey’in plaklardan iyi para kazandığını düşünüyorum ben. Ama yetmez tabii. Konser vermiyor. Çalgılı gazinolarda müzik yapılıyor ama Cemil Bey sanatında o kadar titiz ki, çıkmıyor oralara. Sarayda ve köşklerde çalıyor. Bazı seçkin ailelerin çocuklarına ders veriyor. Oralardan bir geliri var mı yok mu belli değil.

Tanburi Cemil Bey Külliyatı, ciddi bir araştırma kitabı aynı zamanda. Kitabın yazılması ne kadar sürdü?

Cemil Bey’i tanıyordum ama çok fazla bilmiyordum açıkçası. Öncesinde araştırmamış, üzerinde kafa yormamıştım. Cemil Bey’i ve ruh halini anlamak çok zamanımı aldı. Çok emek harcadım. Psikiyatrlarla görüştüm. Freud başta olmak üzere psikoloji kitapları okudum. Sorularıma cevap aradım. Mesela her müzik ortamında, meclisinde Kemani Rıza Efendi’nin Tahir Buselik Peşrevi’ni çaldığını gördüm.

Niye?

Ben de bu soruyu sordum. Ve bir cevap bulduğumu sanıyorum. Kemani Rıza Efendi, Dede Efendi’yle aynı dönemde yaşıyor. Mızıka-i Hümayun’dalar ve müzikal değişimin farkındalar. Bu değişim onların eserlerine de yansıyor. Cemil Bey bunu seviyor. Anlaşılıyor ki bu yaklaşım onu çok etkilemiş. Mesut Cemil’i bir piyano konçertosu dinlemeye götürüyor. Mesut Cemil kitabında, “Baktım, Chopin çalarken babamın gözlerinden yaşlar akıyordu.” diye anlatıyor. Bütün on dokuzuncu yüzyılı etkileyen romantizm akımının onu etkilememesi düşünülemez. Bunları görmem ve anlamam için dönemi ve Cemil Bey’i yakından tanımam gerekiyordu. İki sene tatil yapmadan çalıştım. Plakları Cemil Bey’in stüdyoya giriş ve çalış sırasına göre dizdim. Makamlara göre yapılmış tasnifler var. On yıl boyunca kayıt yapan bir insanın icra tekniğindeki gelişmeyi, değişmeyi o yolla göremezsiniz. Son yıllarında verem hastalığının verdiği acı yansımıştır icralarına. Taksimlerden hissediliyor bu. O dönemde yaptığı Irak Taksimi külliyatın başına koyarsanız hiçbir anlam ifade etmez.

Son plağın tarihi biliniyor mu?

Hayır, ama 1916’nın Temmuz’unda öldüğüne ve son bir buçuk iki yılında hasta olduğuna göre 1914 olduğunu tahmin ediyorum. 1915’e sarktığını sanmıyorum.

Taş plak koleksiyonu konusunda Türkiye’de ilk akla gelen isimlerden birisiniz. Plak dışında malzeme topladınız mı? Başka koleksiyon başlığınız var mı?

Dört bin kadar kitabım var. Aralarında 1700’lerden kalma, orijinal, güzel baskılı tiyatro kitapları, meşin kaplı Vatikan baskısı Ermenice dua kitabı gibi kıymetli eserler de var. Tiyatro, müzik, roman, şiir, hikaye, sinema, İstanbul kitapları, arkeoloji ve bir miktar sanat kitabı topladım. Ama bana kalırsa onlara da koleksiyon demek mümkün değil. Ayrıca yıllardır eski fotoğraf ve kartpostallar topluyorum. Eski İstanbul ve Ankara kartları, Noel kartları. Kırk kadar eski mührüm var. Anadolu’dan Ermeni bakırları aldım, o iyi bir koleksiyondur. Bunlar eski parçalar, belki yirmi beş senedir bir şey almıyorum. Bir birikim oldu, peşine düşmüyorum artık. Şimdiki fiyatlarla baş etmem mümkün değil.

Ne zaman bıraktınız yeni malzeme almayı?

Epey oldu. Bir kere piyasadaki malzeme azaldı, eskisi kadar bol ve çeşitli malzeme çıkmıyor. Belki ekonomik nedenler de etkili oldu. Ayrıca sonu yok bu işin. Nerede duracağınızı bilseniz belki devam edebilirsiniz. Bir hayal ama bu tür tematik koleksiyonları kütüphanelerin ya da kurumların yapması lazım. Milli Kütüphane’nin plak kataloğu, son derece zayıf. Kimse para vermiyor, tüm kurumlar hibe istiyor. 40 – 50 senedir emek ve kaynak harcıyorum. Gelip benden bağış istiyorlar. Osmantan Erkır ile yaşadığımız bir şeyi anlatayım. Atatürk’ün Treni’nden çıkan plaklar haber olmuş. Osmantan yetkililerle görüşüp plaklardan albüm yapmak için izin almış. İstanbul’a getirip kaydetmişler. Sonra bana ulaştı. Kayıtlara baktım, Atatürk’ün ölümünden on sene kadar sonraki plaklar. Atatürk’ün belirli bir müzik zevki, ilgi alanı var. Etrafında toplanan insanlar anılarında anlatıyor. Riyaseti Cumhur fasıl heyetinin plakları elimizde. “Ben bu albümü yapmam, bunlar Atatürk’ün dinlediği plaklar değil.” dedim. Demirbaş listesi çıkarılırken sadece ‘plak’ diye kayıt düşülmüş. Okuyan sanatçı belli değil, eser belli değil. Aynı sayıda plağı devrettiğiniz müddetçe sıkıntı çıkmıyor. Birileri asıl plakları götürüp yerine başkalarını koymuş olabilir. Tren Atatürk’ün ölümünden sonra da kullanılmış. O plakların sonraki yıllarda getirilmiş olması da mümkün. Biz Atatürk’ün müzik zevkine uygun, ilgi duyduğu sanatçılara ait plaklarla ayrıca bir çalışma yaptık.

Müzik ve müzik tarihi dışındaki alanlarda eser verdiniz mi?

Tiyatro oyunları yazdım. Ayrıca 1982 – 83 yıllarında Can Yayınları’ndan çıkmış Tohum Düştü Toprağa ve 2007’de Pan’dan çıkan Rüzgar Suya Yazmıştı isimli iki kitabım var. Şimdi İş Bankası için Refik Ahmet Sevengil monografisi hazırlıyorum. Değişmezse ismi Ömürnâme olacak. Beş yüz sayfalık bir kitap. Bütün eserleri ve çalışmalarından örnekler içeriyor. On senedir üzerinde çalışıyordum. Bir iki tane de henüz çıkmamış çalışma var. Artık edebiyat dışında bir şey yapmak istemiyorum. Bir roman yazdım ikincisini yazıyorum.

Müzik çalışmalarının sayısı kaç oldu?

Plaklar için yazdığım kitapları da tek tek sayarsak 40 kadar müzik kitabı oldu. Cemil Bey’in 150’nci doğum yıldönümü için iki LP hazırladık geçen yıl. Seyyan Hanım’la ilgili bir LP yaptık.

Bir dönem Karagöz ve gölge oyunu da sergilediniz. Karagöz çalışmayı sürdürüyor musunuz?

Hem tiyatro hem de müzikle ilgilendiğim için Karagöz’e ilgi duymamam mümkün değil. 2002 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nde Türk Tiyatro Tarihi ve Dünya Tiyatro tarihi dersleri verdim. Konulardan biri Karagöz’dü. Derste çocuklara göstermek için bir iki suret edindim. Karagöz, Gölge Oyunu festivalleri yapılıyordu o zamanlar. Hâlâ yapılıyor galiba. Bir gün Taksim Meydanı’ndaki bir gösteriyi izledim. Kaset koydular, perde gazelinde semai okunması gerekirken Daha Dün Annemizin Kollarında Yaşarken çalmaya başladı. Hacivat bununla geliyor sahneye. O kadar üzüldüm ki… İyi bir örnek sergilensin diye Karagöz yapmaya karar verdim. Hiç perde arkasına geçmiş değildim. Müzisyen bir arkadaş buldum. Bursa’dan Karagöz takımları düzdüm. Sopalar, perdeler aldım. Nasıl yapılacağını kendi başıma araştırarak öğrendim. Karagözcü olmak için on sene çalışmak gerekirmiş. Tiyatrocu olmanın verdiği tecrübe ve nasıl olması gerektiğine yönelik kaygıyla yaptık. Devlet Tiyatrosu’nda bir sezon oynadı. Turneye bile gittik. İki oyun ve Karagöz müziği, Karagöz oyunları taklitlerinden oluşan güzel bir albüm yaptık. Malum, pek çok şeyle ilgileniyorum. Araya başka şeyler girdi, bırakmak zorunda kaldım ama Karagöz müziği dinletileri ve seminerleri vermeye devam ediyorum.

Söyleşi: Ayşe Adlı

www.nadirkitap.com (Mayıs 2022)

Cemal Ünlü'nün Git Zaman Gel Zaman kitabını incelemek için tıklayın.

Kapat